Mishefa Reş Üzerine yemin Eden Halkın Diyarı: Xian
Coğrafyamın tutanakçısıydım; adım adım gezdim, köy köy dinledim ve anlatıp durdum aşkları, ayrılıkları, acıları, destanları… Bazen gerçekler karıştı efsanelere, bazen de efsaneler gerçeğe. Bir derviş, bir göçebe, bir gezgin veya bir çingene gibi düşmüştüm yollara bir kere. Çoktandır bırakmıştım eğitimci kimliğimi, kendime Tolaz[1] deyişim belki de bundandı.
Havada kaçak sigaranın külleri ve göz gözü görmez bir sis… Çoktandır unutulmuş, yitik bir yola sapmış pusulasız bir gezgindim. Bu yolda en çok da kendime yabancı… Bizim coğrafyada her gezgin yolunu kaybetmiş bir eşkıyadır, bazen Bolivya ormanlarında bir devrimci, bazen de Himalayalarda bir keşiştir. Bir kendimiz olmazdık, olamazdık.
“Yürümek kendinle hesaplaşmaktır.” diyordu Le Breton[2]. Eski çağlardan kalma yürek sızılarıyla büyüdüm ben... Çocukluk günlerimi hoyrat insanların ezdiği tütün tarlalarında küle dönmüş ruhumun ardından koşarak geçirdim. Her gecenin öncesinde hep dilsiz taşlara açtım ellerimi. Kendine yağan yağmurla coşan derelerle yutkunan denizlere döktüm çocukluk gözyaşlarımı. Hayatın ıssız bir köşesinde, İstanbul sokaklarında, belki de Diyarbakır’ın kara kuçelerinde[3] yitirdim; gençlik çağında gizli bir aşka adanmış yüreğimi... Ve aniden şiddetlenen tayfun misali hayatla ölüm arasında yaşadım ölümü sırtımda, hayatı hep içimde taşıyarak Nuh’a inat belki de…
Yeşile boyanmış yeryüzünün ortasında zamanın değil, insanın durduğu bir vakit, puslu bir sabahın karanlığında heybeye yeni şeyler doldurmak için çıktım yola. Yolculuk dağ ülkesine, halen Mishefa Reş[4] üzerine yemin eden halkın diyarınaydı. Dağlar, sıcaktan kavrulana serinlik, yolunu kaybedene kılavuz, umudunu kaybedene umut, mazluma da sığınak olur derdi bir zamanın bilge çobanı. Sarı çiçeklerin sardığı sırtta, serin bahar esintisiyle kulağımda Ahmet Telli’nin dizeleriyle tatlı bir tırmanış: “Büyük aşklar yolculuklarla başlar, Ve serüvenciler düşer bu yollara ancak.” [5]
Heybemde umuda, insana dair her şey vardı; ama en çok da acıya dairdi payımıza düşen. Evet, coğrafyamız Harese[6] gibiydi, çölde kendi kanına boğulan devenin yediği bitki gibi. Yücebağ sırtlarında Baniye[7]’den tırmanıyorum Çiyaye Dele’ye[8]. Yükseğe çıktıkça Batman, Sason, Kulp ve tüm köyler halka halka karşımda uzanıyor uçsuz bucaksız.
Yücebağ, Cacas, Hiyan veya Xian[9] adına ne derseniz deyin. Her kayanın, her tepenin, her çeşmenin bir isimi var mutlaka coğrafyamızda. Hem aşiret, hem de bölge, ismini Ğiyo (Giyaseddin)’dan almış. Ğiyo’da bir göçebe, belki de sürgün bir mülteci. Ailesiyle Hakkâri bölgesinden gelip yerleşmiş bu dağların arasına. Rivayet edilir ki dört çocuğundan biri kayıp, geriye kalan üç çocuktan çoğalarak büyük bir aşiret haline gelmiş. Muhtemelen Sason’a gelip yerleşmeleri 16.yüzyıldan sonra; çünkü Şerefhan, Sason aşiretlerini sayarken Xianlılardan bahsetmiyor hiç. Diyarbekir salnamelerinde de rastlamıştım Xian adına; 1840 -1869 yılları arasında kaza merkezi iken, sonrasında ise nahiyeye dönüşmüş.
Bir zamanlar, Permıs Ermenilerinin Şaşe Qape[10] çeşmesinden hayvanlarını otlattıkları kayalıklara doğru tırmanıyorum, dağın kokusu sinmiş her yere. Dağın kokusunu aldın mı bir kere şehirde duramazsın artık. Kekik ve nane kokusu ellerimde, gün boyu kekik kokusu eşlik ediyor yolculuğuma. Her bahar toprağın soğuğu ile güneşin sıcağı arasında karlar erimeye başladıkça kardelenler önce göğe doğru başkaldırır, ardından da bir renk cümbüşü ve tüm dağda çiçekler nöbetleşe doğayı süslemeye başlar. Benim şansıma görevi laleler üstlenmiş bu sefer. Daha sonra Süsin, Beybün, Bınefş, Asmin ve daha nicesine sıra gelecek belki.
İki semavi dinin kutsal motifini yapraklarında saklayan ters laleler nazlı bir gelin gibi sallanıyor kayalıkların arasından. Büyülü bir masal çiçeği sanki… Her sabah göbeğinden su yaydığı için Ağlayan Lale’dir adı. İsa çarmıha gerildiği zaman boynunu büktüğü ve Meryem’in gözyaşlarından yere akan damlalarla buluşan toprağın duyduğu üzüntünün eseridir. Anadolu’da gelinler evden çıkarken başlarına kırmızı tülbent atılır ve boynunu bükerek evden ayrılır. Bu nedenle Ağlayan Gelin’dir. Coğrafyadan coğrafyaya değişir adı. Sason’da Gula Çiya, Arapça’da Karikaç, Hakkari’de Gul Nuxin, Adıyaman’da Gul Mehin’dir. Selimiye camisinin mermer ayağına da işlemiştir Mimar Sinan ters laleyi.
Bizim buralarda imkânsız bir aşkın simgesi aynı zamanda ters laleler. Bu aşkı ilk defa benden duyacaksınız belki de. Kel Hasanlı Kürt Çoban İbrahim ile Vartanuslu Ermeni kızı Besna’nın bedenidir kayalıklarda filizlenen. Bu aşk ölümcül kimliklerle son bulup her sene baharda tekrar filizlenir.
Hüzünlü dağ lalelerini kayalıklarda yalnızlıklarına terk edip Nekeba Delberiye’ye[11] ilerliyorum patikadan. Güneşin sıcaklığı altında karları omuzlarından atan Mereto, Andok ve Zovaser dağlarından süzülen kar suları vadilere hem bereketi hem de felaketi taşıyor. Yol boyunca Çoban İbrahim’in kavalıyla dağları okşayan rüzgâr, acıklı bir ezgiye dönüştürüyor dağın sesini. Andok dağının görünen sulieti, beni kara bulutların çöktüğü 1915 öncesine götürüyor.
Tarihi Talvorig bölgesi… Veya Talori[12]… İhtişamlı dönemini geride bırakmış; masal ve efsanelerin diyarı bugün sadece kıyım ve acılarla hatırlanır bir coğrafya olmuş. Ermenilerin en yoğun yaşadığı ve son dönemlere kadar Osmanlılara karşı özerkliğini koruyabilen nadir bölgelerin başında geliyordu. 1890 – 1894 yılları arasında Xiyanlılar ve Bekiranlılar ile Talvorig Ermenileri arasında yayla anlaşmazlığıyla başlayan çatışmalar, dört yıl süren bir Ermeni isyanına dönüşür. Haksızlıklar karşısında örgütlenen köylülerin ciddi bir direniş göstermesi Devleti Osmaniye’ye Batı’da zor durumda bırakır. En sonunda Hamidiye alayları ve Osmanlı ordusu devreye girerek isyanı bastırır. Antranik liderliğinde 1904 yılında da başlayan Talvorig Ermenilerinin ikinci isyanı da bastırılır. Fakat bu iki isyan sonrasında bölgedeki köyler büyük tahribat ve yıkıma uğrar, ama esas büyük yıkım 1915’te yaşanır. Andok dağı ve Talvorig, 1915 olaylarında Sasonlu Ermenilerin son direniş noktası olur. Yaşanan baskılardan dolayı Sason, Kulp, Beşiri, Silvan ve Muş’tan gelip bölgeye sığınan Ermenilerin altmış bini geçtiği anlatılır. Direniş kırılınca büyük bir kısmı kırıma uğrar, bir kısmı teslim olup Der Zor’a tehcire tabi tutulur. Kurtulanların bir kısmı da Ermenistan’a kaçmayı başarır.
Merga Tuğo’ya[13] doğru yokuş aşağı bazen çileli, bazen de eğlenceli bir yürüyüşle yaylanın buz gibi akan pınarına ulaşıyorum. Dağdan mantar toplayan bir gençle karşılaşıyorum ve anlatmaya başlıyor yaylanın öyküsünü. Bizim coğrafyamızda her öykü “Eskiden Ermeniler vardı” diye başlar, ama genç “Eskiden Rumlar vardı” diye başlıyor söze ve “Gılgıl ekerlerdi burada” diye devam ediyor yayladaki düzlüğü göstererek. Siz şaşırdınız belki ama ben bugün bile Sason da Müslüman olmuş Rumların yaşadığını seneler önce öğrenmiştim, hatta İskender’in yazılı taşını bile aramıştım bir zamanlar. Andok dağının yamacına kurulmuş köylerde vadi boyunca öyküler peşinde koşmuştum: Hertago, Tıvaling, Purg, Hekman… Sürekli esen rüzgârdan dolayı adına Fırfır taşı denilen kayayı, üstünden geçmeyenin Sasonlu kabul edilmediği Şeytan köprüsünü, Ermeni kızı Leybun’un aşk öyküsünü… Dedim ya “Coğrafyamın tutanakçısıyım” diye.
Kararmaya başlayan gökyüzüyle birlikte geri dönüş yolunda yamaç boyunca sıralanmış dağ köylerini yukarıdan seyre dalıyorum. Heşter, Keğani, Sinor, Hoper… Cıfırna[14] çeşmesine varmadan önce vadideki kayalıklarda envai çeşit çiçek kokusuyla iç içe geçen, eriyen kar suyu ile rüzgâr sesinin oluşturduğu melodiyi gözlerim kapalı dinlerken “şarabın ahengi gibi” diyen şairin sesi çınlıyor kulağıma.
Anabasis’in muzaffer kumandanı Ksenephon[15] gibi dağın sırtından Baniye’ye doğru inerken doğanın en güzel sürpriziyle karşılaşıyorum. Ayaklar tutuluyor ve gitmiyor gördüğüm manzara karşısında. Güneş bir günü daha bitirmenin hüznüyle batmaya hazırlanırken birazdan Ra’nın kayığıyla kötülükle mücadelesi başlayacak belki de karanlıklar ülkesinde. Tuhaf bir duygu yaşıyorum manzara karşısında.
Bir Şaman gibi doğanın tüm ruhları çevremi sarmış gibi bir his. Ve bir çığlık, beşiğe düşüyor usul usul yeni bir yaşam için. Omuzlarıma yüklenen yaşam mücadelesiyle bilinmeyen bir dünyanın yolcusu gibi… Zirveye yürüdükçe sonsuz masalsı bir dünya… Hem yere hem göğe hükmüm geçiyor böylece bütün dağlarda. Coşkuyla akan derelerle başkaldırıyor sanki asi ruhum yeniden yaşam bulmak için.
Ayak sızılarının terbiye etmeye çalıştığı bedenim doğadaki samimiyetin, zorluğun, acının ve erişilmeze ulaşmanın verdiği karmaşayla, gürültünün hâkim olduğu asfaltlı yolla şehre geri dönüyorum heybemdeki umutlarım ve çelişkilerimle… Ve yine zihnimde şairin dizeleri “Biraz değiştim, her şey kadar, herkes kadar, sen kadar”[16]
BEHCET ÇİFTÇİ
[1] Tolaz:işi gücü olmayan anlamında
[2] David Le Breton, Yürümeye Övgü
[3] Kuçe: Diyarbakır Sur içinde dar sokaklara verilen ad
[4] Mishefa Reş: Ezidilerin kutsal kitabı
[5] Ahmet Telli’nin Su Çürüdü şiir kitabından
[6] Harese: Zülfü Livaneli’nin Huzursuzluk romanında bahsettiği çöl bitkisi.
[7] Baniye: Kürçede Plato
[8] Çiyaye Dele: Kürtçede Sarp Dağ
[9] Xian: Hem bölge, hem de aşiret adı. Kürtçede asıl okunuşuyla bu şekilde yazmayı tercih ettim. Yücebağ olarak bilinen belde, Cacas olarak bilinir.
[10] Şaşe Qape: 1915 öncesinde Permıs Ermenilerinin hayvanlarını getirip taşlardan hayvanlar için avlu yaptıkları yayla ve çeşme adı. Günümüzde de Permıs köylüleri hayvanları otlatmak için helen burayı kullanır.
[11] Delberiye: Cıfırna ve Şaşe Qape’deki hayvanların yaylaya indirmeden berivanlar tarafından sütün sağıldığı boğaza verilen ad.
[12] Talori: Talori veya Talvorig, Andok dağı yamacındaki köylerden oluşan bölge adı.
[13] Merga Tuğo: Kürtçede Rum olan Tuğo’nun yaylası anlamında, hoper köylülerinin kullandığı yayla.
[14] Cıfırna: Heşter (Koçkaya) köyünün yaylası
[15] Ksenephon: Anabasis’in yazarı. M.Ö. 400’lerde Perslerin taht mücadelesine katılan Yunan paralı askerlerinin dönüş yolunda ordunun komutanlığını üstlenir. Siirt’ten sonra tartışmalı olan rotayı bana göre Yücebağ üzerinden ordusunu Karadeniz’e ulaştırmayı başarır.
[16] Can Yücel’in Biraz Değiştim şiirinden