Dicle'nin Öyküsü
Zaman takvimlere bölünmüş, insan saatin kölesidir artık. Gölgeye benim dersin oysa sen değilsin, gölgenin peşine düşeceksin. Rüzgâr fısıldayacak sana ve o rüzgârın ardından kendine yolculuk için çıkacaksın yollara. Her yol, yeni bir yol yaratmaktır; kendinle hesaplaşacaksın. Kişi yola değil, yol kişiye çıkar. Hem yol yolcudur, hem de yolcu yol…
Seneler, senelerce evveldi. Yeşile boyanmış yeryüzünün ortasında bir yılan gibi kıvrılan Dicle’nin kıyısında yüreğimin derinlerinde bir ses: “Yola çık! Kendini dinle, Dicle’ye kulak ver; anlatacakları var. Yürü, bağışlayan ve yaratan insanın adıyla yürü. Öyle yürü ki dünyanın tüm uzaklıkları sende durulansın.[1] Göz olmadan hissetmeyi, kol olmadan sarılmayı, ayak olmadan yürümeyi doğa öğretecektir sana.”
Dicle’den Cizre’ye düştüm yola. Dört mevsim sularını Dicle’ye ulaştıran Eğil, Kulp, Sason, Zore, Kayzer, Pisyar, Garzan, Batman, Bitlis, Botan ve adını sayamadığım birçok dere ve vadiyi yüzlerce kilometre yürüdüm, gördüm, dokundum ve yaşadım. Dicle’yle yol arkadaşlığı yaptım. Yolculuğum boyunca bana öyküsünü anlattı, bende dinledim. Gördüklerini, yaşadıklarını, duyduklarını anlatırken bazen coştu, bazen köpürdü, bazen de dingin dingin aktı gitti. Bende kimi zaman neşelendim, kimi zaman acı çektim. Yoruldum, kayboldum, susadım, isyana varan serzenişlerim oldu, ölümün kıyısından döndüm. Ama yine de vazgeçmedim yolumdan. Dicle’yi anlamak için yaşamak gerekti, bende yaşadım.
Senelerce evveldi… Batman çayının Dicle ile buluştuğu yerde, Sence köyünün[2] harabelerinde, yıllara yenik bir evin damında Dicle’ye vuran güneşin şavkına dalmıştım. Kıyıyı döven sudan bir ses yükseldi: “Enuma eliş la nabu şamamu, Şaplitu ammatum şuma la zakrat[3]… Yükseklerdeki gökyüzüne daha isim verilmemişken, bastığımız toprakların henüz ismi yokken başlangıçta su vardı. Su beni, ben de Mezopotamya’yı yarattım. Böylece Fırat’la su yolculuğumuz başladı. İnsanlığın öyküsü suyla yazıldı. Sümerler Tanrı An’ın penisinden fışkırtıverir beni; Babiller de Tanriça Taimat’ın parçalanan bedenindeki göz pınarlardan”[4]. Ben bile bilmiyorum doğum öykümü. Dedim ya başlangıçta sadece su vardı.”
Coğrafyamın tutanakçısıydım. Arkamdan sürüklenenlerle geride kalan yaşanmışlıkları bilmeden bir derviş, bir çingene, belki de bir bilici gibi düşüyordum yollara. Kâh dereleri, vadileri; kâh dağları, kayalıkları aşarken geçmişteki yaşanmışlıklara dokunuyordum bir taraftan. Zilek köprüsünün karşı kıyısında, on iki bin yıl öncesinde kurulan Körtiktepe,[5] beni çok etkilemişti. Sel sularının altında kalan avcı toplayıcı toplulukların en eski köyü, kazı sonrasında insan eliyle tekrar yerin altına gömülmüştü. Bu hüznün dalgınlığını Kurtalan expresinin rayları döven ard arda dizilmiş vagonları dağıttı. II.Dünya savaşı yıllarında yapılan köprünün dingin dingin akan suya vuran yansımasını izlerken, bir ses dalgalarla kıyıdaki taşlara ulaştı: “Yol bitmiyor, yolcu yürüdükçe yol anlam kazanıyor. İnan ve yürü, su seni yalnız bırakmayacaktır. Derler ki; Danyal peygambere bir vahiy gelir ve denir ki: ‘Elindeki asayla suyun çıktığı mağaranın ağzından başlayarak bir çizgi çiz ki su arkandan gelsin. Ancak yetimlerin, fakirlerin malına ve mülküne yetiştiğin zaman bunlar zarar görmesin diye güzergâhını değiştir.’ Danyal peygamber de Allah’ın bu buyruğuna riayet ederek deryaya kadar asasıyla su yolunu çizer[6]. Gerçekler ve efsaneler iç içedir artık. Hangisine inanmak istersen ona inan ey Yolcu!”
Bir zamanlar, Dicle’nin sal tüccarlarının uğradığı liman yerleşimi olan Kurike Höyük’ün[7] peşinden giderken kendimi Bediya’da[8] mağaralar ile bütünleşmiş taş evlerin arasında buldum. Bir bahar güneşiyle üzerindeki karları omuzlardan atan dağlar, sularını deli deli Dicle’ye bırakıyordu. Coşkulu bir ses nehrin kıyısında, eskiden kilise olan mağaranın içinde yankılandı: “Yürü ve ardına bakma. Bir efsane başka bir efsanenin ağzına kilit vurmuşsa, orda kalma; çünkü suyun sana anlatacakları var, peşine düş. Peri Alphesiboia… Dionysos'un tutkun olduğu Asya'lı nympha[9]… Tanrı onu elde etmek için bin bir çare düşünmüş, sonunda bir kaplan olup kızı kovalamaya başlamış. Koşa koşa bir ırmağın kıyısına gelmişler, kız ırmağı geçebilmek için tanrının kolları arasına girmeye razı olmuş. Dionysos'tan gebe kalıp Medos'u doğurmuş. Medos, Medler boyuna adını vermiş, geçilen ırmağa da Tigris, yani Kaplan ırmağı denmiş.[10] O gün bugündür, bazen Dicle’yim, bazen Tigris.”
Sıcakların yeşili kavurduğu bir zamanda, içimdeki sarp kayalıklarda filizlenen duygular için çıktım yola. Dicle, Doğu ile Batı arasında sınır olmuş bir zamanlar. Bir tarafımda Turabdin[11], diğer tarafımda Erzen[12]… Kireçtaşını ortadan ikiye yarmış derin vadiyi yürüdüm, vahayı andıran Pire Buze’deki serin vadiye taşıdım susamış bedenimi. Kutsal bir mekân Pire Buze[13]… İnanışa göre Sahabe Abuzer Gafari’nin türbesi burada. Yıllardır adak adanan türbe, baraj suları altında kalmasın diye köylüler tarafından taşınmak istendi; fakat yapılan kazıda türbenin içi boş çıkınca köylülerin kafası karıştı. Tüm coğrafyada buna benzer bir sürü örnek mevcut… Pagan dönemden günümüze kutsal mekânlar ve inançlar, din değişse bile kolay kolay değişmedi. Türbenin yanındaki çeşmeden şırıl şırıl akan sudan bir ses: “Yürü! Korkmadan düş yollara. Sonsuz bir karanlığın içinde doğdum. Işığı gördüm, korktum. Ağladım. Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim. Karanlığı gördüm, korktum. Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi. Ağladım. Yaşamayı öğrendim. Doğumun hayatın bitmeye başladığı an olduğunu; aradaki bölümün, ölümden çalınan zaman olduğunu öğrendim.[14] Âdemoğlu böyledir işte, tinseldir; yaşamın her sırrını anlamlandırmaya çalıştı. Tevrat’ta, yaşamın Âdem ve Havva ile burada başladığı, Nuh’un dünyayı bu coğrafyada yeniden kurduğu anlatılır. Peygamberlerin kutsal toprakları, Zerdüşt’ün, Mani’nin İbrahim’in, Eyüp’ün vatanı… Musa’nın abidleri, İsa’nın havarileri, Muhammed’in sahabeleri bu coğrafyada kelamlarını yaydı.”
Şubat soğuklarının ortalığı tenhalaştırdığı buz tutmuş bir sabah, eskiden durmadan yıl boyunca yağan karları düşünerek düştüm yola. Arkamda karlı dağlar, önümde uçsuz bucaksız ova, Dicle’nin kıyısındaki Mirdese köyüne yürüdüm. Eskiye dair tüm hafızasının sular altında gömülmesine ve fakirliğinden nereye gideceğini bilemeyen yaşlı bir teyze feryat figan inliyordu evinin kapısında: “Su kutsaldır, Dicle de kutsal’dır. Eskiden Dicle’yi yaşayanlar, kutsal günlerde ne dertleri varsa, ne yapmak istiyorlarsa sabah gün ışırken bir kâğıda yazar, Dicle’ye bırakırdı. Dicle bunları okur, dertlerini arz ederdi. Yazma bilmeyenler ise Dicle’nin kenarına gelir, eğilip kulağına dertlerini söylerdi. Suyun yanağında bir nergis açıldı mı, dilek kabul olmuş demekti. Dicle’nin kutsallığına inanmayanlar? Onlar çarpılırdı. Ruhları başka canlıların bedenine geçer ve Dicle’nin yüzüne bakamazlardı artık. Bunlar kimi zaman yılan, kimi zaman ağaç, kimi zaman da balık olup yaşarlardı.[15]” Kim yılan oldu, kim balık veya ağaç? Bilemiyorum. Bir kısmı sular altında kalan köyü görmedim bir daha.
Eski haritalarda ve Cumhuriyet arşivinde Almadina’nın[16] kaydına rastlayınca öğrenme merakı, beni Gırbareşk köyüne sürükledi. Almadina, 1926’da Batman çayının taşması sonucunda seller altında kaldı. Bu taşkından sonra kaza merkezi Kubin köyüne, bugünkü Beşiri’ye taşındı. Kum ocağına dönmüş eski kalıntıların arasında biriken sudan kabarcıklar sese dönüştü: “Yola çık, öğrendin artık! Susma! Sürdür yolculuğunu! Su suskun şimdi… Her suskunluğun bir fırtınası var. Seldir, felakettir, tufandır. Kalır mı Âdemoğlu’na yaptıkları? Rab, Nuh’a bozulan insanları yok etmek için tufan göndereceğini söyler ve ondan bir gemi yapmasını ister. Nuh, gemiyi yaptıktan sonra kırık gün süren tufan başlar. Gemi yedinci ayda bir dağa, Cudi Dağı’nın üzerine yerleşir ve o zalimler topluluğunun canı cehenneme denilir.[17] Nuh, suların tümüyle çekilip çekilmediğini anlamak için önce bir kuzgun bırakır dışarı. Kuzgun geri gelince bir güvercin, o da dönünce yeni bir güvercin gönderir. Üçüncü olarak salınan güvercin geri dönmeyince, Nuh Peygamber yanındakilerle birlikte gemiden ayrılır ve dışarıda kurban kesilir. Derler ki seksen kişi olan gemidekiler, Heştan köyüne yerleşip yeniden çoğalır.[18] Nuh zamanında büyük bir şehir imar olunur ve hâkimi Nuh ümmetinden Kürdim Melik, altı yüz yıl yaşayıp soyu yayılır. Kürtlerin kullandığı dil, Nuh ümmetinden olan Kürdim Melik’ten kalmıştır.[19]”
Bir hazan mevsimiydi. Her yolculuk üşüten bir acıydı yağmurla gelen. Yağmur damlaları, sonbahar hüznünü üstümden sıyırdı. Ömrümden akan bir günü değiştirmek için yürüdüm bu sefer. Alodino kalesi veya Rhipalthas… Minyatür bir Hasankeyf, Roma Pers savaşlarında bir savunma kalesi. Derler ki Alodino kalesinin gölgeli eteği vurunca Dicle’ye cinler, periler cirit atmaya başlar, çünkü onların yurduymuş orası. Çocuklar, genç kızlar korkudan nehir kıyısına gidemezmiş. Bir zamanlar keleklerin, salların yanaştığı kayalıklardan, Bıro’nun kavalından çıkan neşeli bir ezgi gökyüzüne yükseldi: “Yürü! Yürü ve kendinle hesaplaş! Kahramanların sonsuz yolculuklarına tanık ol! Soluk soluğa yaşamalı insan, her sabah yeni bir şeyler görebilmeli; cehenneme dönse de bütün bir ömür[20]. Mirlerin zamanında, Botan’da bir Alodino türküsü tüter. Elo Dino[21], haksızlığa karşı başkaldırmış bir kahraman, Dicle’nin Robin Hood’u… Zenginler, zalimler suya, Dicle’ye ihanet etmiş, çocukları emzirecek memelerde süt yokken bezirgânlar şarapla Dicle’de keyif çatıyordu. Elo dino, adaletsizliğe karşı öfkeyle kılıç kuşandı, Osmanlıya ve Botan mirine karşı isyan etti. Dicle’ye zincir vurup bezirgânlardan haraç aldı, fakir halka dağıttı. Halkın gönlünü kazanıp kahramanlaşan Elo Dino’nun kaderi mi? Sonu tüm kahramanlar gibi… Bir kumpasla esir alındı, acılar içinde ölümle buluştu. İşte böyle… Mezopotamya, kahramanların destanı demek… Gılgamış gibi ölümsüzlüğün peşinde koşarken, Darius’un, İskender’in, Cemşid’in, Feridun’un iktidar mücadelesinde Ninova diyarında bulursun kendini. Suyun çelikle buluştuğu, ateşin demiri erittiği bu kırmızı topraklarda Firdevsi’nin kutsal vatanında Zaloğlu Rustem’in, El-Cezire’nin rengârenk coğrafyasında Selahaddin Eyyubi’nin, Birca Belek’in surlarında Mir Bedirhan’ın kahramanlıklarına tanık olursun.”
Gelinciklerin yapraklarını gökyüzüne açtığı bir zamandı. Bütün gün yürümenin yorgunluğunu kıyıdaki tarlada gelinciklerin dansını izleyerek atıyorum. Gün yitiyor, Dicle’ye kızıl bir karanlık çöküyor. Meymuniye boğazındaki kayalıklarda usulca hışırdayan meşe ağaçlarının yaprakları arasında gökyüzünde bir yıldız kayıyor. Ne zaman bir yıldız kaysa Dicle ürperir. Ürperti ile kıyıya ulaşan su, köpürmeye başladı: “Yürü, ardına bak ve geçmişi sorgula! Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Türkler bu topraklarda kardeşçe yaşarlardı. Herkes kendi dilinde anlam buluyordu. Köylerinin isimleri kendi dillerindendi. Takvimler 1915 yılı baharını gösterince kara bulutlar esir aldı ülkeyi. Tüm vadi çığlığa gömüldü, bütün kuşlar mateme boğuldu. Sümbüller boyun eğdi, yeryüzünde gelincikler mosmor oldu utançtan… Her dere kan kırmızısı sularını arındırmak için Dicle’ye döktü. Fermandı, seyfoydu, tehcirdi. Ölüm, suda kanla konuşuyordu. Raman dağlarında Dicle ile büyüyen Emine Perixane’nin[22] iki oğlu, Mustafa ve Ömer, suçlarının affedilmesi karşılığında Diyarbakır valisi Reşit Bey ile anlaştı. Musul’a tehcir edilen zengin Ermenilerin keleklerle taşınması görevini üstlendiler. Şikefta köyüne getirdikleri Ermenileri oralardaki mağarada öldürdüler, onlardan ele geçirdikleri malları Vali ile aralarında paylaştılar. Rivayet edilir ki paylaşmadaki anlaşmazlık yüzünden bu iki kardeş de Vali tarafından öldürüldü.[23]”
Gökyüzünden yağmurun eksik kalmadığı bir gün, Asma köprüden Hasankeyf’e, Dicle’ye el uzatan kanyonlara daldım. Suyum ve yiyeceğim tükendi. Dicle taşmış, tüm kayalıklar şelaleye dönmüştü. Kayalıklarda biriken yağmur suyuyla susuzluğumu giderdim, ayak sızılarını unuttum. O gün kalan son erzakla aşure yapan Nuh peygamber gibiydim. Usul usul yeni bir yaşam beşiğe düşer gibi. Omuzlarıma yüklenen yaşam mücadelesiyle bilinmez bir dünyanın yolcusuydum. İnanmışlık ruhuyla yol aldıkça mesafeler kayboluyor, sonsuzluğa yaklaştıkça kutsal topraklarda yeniden yaşam buluyordum. Gümüş bir kapı aralanıyor önümde, adına Hasankeyf deniliyor.
Hasankeyf… Sevdaların taşlara, düşlerin yapıtlara dönüştüğü yer... Dicle’nin kenarında sırtını kayalıklara dayamış masalların, efsanelerin diyarı… Tüm kanyonlarını yürüdüm; mağaralarına girdim; taş evlerini gezdim; kutsal mekânlarını, camilerini, türbelerini ziyaret ettim. Tarihi bir masalın yaşlı kahramanıydı Hasankeyf. Darphane’de geçmişin yaşanmışlıklarına dalmıştım, taş dile geldi: “Kereşdağ kimine göre insandır, kimine göre de keçi bacaklı bir tanrı. Rivayet edilir ki Kereşdağ’ın iki ejderhası vardır. Yaz geldiğinde tüm köyleri kasıp kavururmuş. Bu yüzden Karacadağ’ın eteklerindeki bütün taşlar simsiyahtır. Kimine göre ise bu iki ejderha Dicle ve Fırat’ır. Dicle ve Fırat’ın aşkıdır dillere destan olan. Dicle’nin yaşadığı acı, Fırat’ın hissettiği o derin öfke. Asırlar boyu kavuşamamanın acısı vardır ikisinin yüreğinde. Tanrı’ya yalvaran iki nehir bir gün karışacaklarına inanıyordu. Karışmaları gerekti. Tanrı’nın Fırat’ın acı haykırışlarını, Dicle’nin gözyaşlarını görüp, bu iki sevdalı nehri bir deryaya dökmesi gerekirdi. Emaneti vardı Fırat’ın Dicle’de; Dicle’nin kalbi Fırat’a emanetti. Sonunda Şattül Arap’ta[24] kavuştu iki âşık; fakat birbirlerini göremeyecek kadar üzgündüler; farkına vardıklarında da el ele deryalara dökülmüşlerdi. O gün bugündür Dicle ve Fırat, tüm aşklara kucak açtı, âşıkların dergâhı oldu. Semiramis’in, Şehrazad’ın, Ester’in dillere destan endamların düştüğü, Mem u Zin’in aşklarının filizlendiği bereketli hilaldi.”
İstesem de kalamazdım vakti gelince. Biraz da serüvendi yaşamak. Suyun sesi, heybeme umut ve sevinci dolduruyordu. Bir söğüt ağacının altında Dicle ve Fırat’ın yarattığı, Süryani vakanüvislerin Beth Nahreyn dedikleri Mezopotamya’yı, ilklerin beşiğini düşündüm. İlk köy, ilk tapınak, ilk yazı, ilk aritmetik, ilk türkü, ilk heykel, ilk mutfak, ilk astroloji ve daha nice ilkler… Sonra delice sorular: Neden Yukarı Mezopotamya? Bütün bu ilkleri Ademoğlu’nun çocuklarıyla birleşen on iki günahkâr melekler mi öğretti?[25] Sümerlerin Dilmun dediği cennet bilinen coğrafyanın günah keçileri miydik?
Ben bildiklerimi anlattım, bilmediklerimi sizden öğrenirim artık. Yürüdüğüm her yolun sonunda kendimi buldum, her yol kendine çıkar. “Uçurumlar var, uçurumlar diyorum ben. İnsanla insan arasında, kendisiyle kendi arasında, kendiyle başkası arasında[26]… Dünya sığmıyor insana, insan sığmıyor insana[27]…”
BEHCET ÇİFTÇİ
[1] Su Masalı, Müslüm Yücel
[2] Sence köyü, 1990’lı yıllarda boşaltılmış harabe bir köy.
[3] Babil Yaratılış Destanının giriş cümlesi.
[4] Mezopotamya Mitolojisi, Jean Bottero – Samuel Noah Kramer
[5] Körtiktepe, Bismil Ağılı köyü yakınlarında baraj suyu altında kaldı.
[6] Diyarbakır Efsaneleri, Muhsine Halimoğlu Yavuz
[7] Kurike Höyük, M.Ö.5 bin yıl öncesinde Obeyd kültüründen tarihlendirilmekte. Baraj suyu altında kaldı.
[8] Bediya, Oymataş Köyü.
[9] Nympha, Yunan mitolajisinde dişi tanrısal varlıklar. Peri olarak da bilinir.
[10] Yunan Mitolojisi, Karl Karenyl
[11] Turabdin, Süryanice “Kulların dağı” anlamında Mezopotamya ovası ile Dicle havzası arasındaki bölge.
[12] Erzen, merkezi Erzen olan Garzan çayı ve çevresini kaypasan bölge.
[13] Pire Buze, Çayüstü köyüne yakın Dicle vadisinde sular altında kalan bir türbe.
[14] Yaşamın anlamı, Mevlana
[15] Su Masalı, Müslüm Yücel
[16] Almadina veya Elmedin, Beşiri kazasının merkezi olarak kayıtlarda geçiyor.
[17] Kuran, Hud, 44
[18] Kutsal Kitaplarda ve Mitolojide Kürtler, Faysal Dağlı
[19] Evliya Çelebi Seyehatnamesi (YKY yayınları)
[20] Soluk Soluğa, Ahmet Telli
[21] Alodino, 16.yüzyılda Botan bölgesinde yaşamış bir halk kahramanı. Elo Dino, Deli Ali anlamında.
[22] Emine Perixane (1889 – 1933), Raman aşireti lideri.
[23] Yüzyıllık Ah, Adnan Çelik – Namık Kemal Dinç
[24] Dicle ve Fırat, daha önceden birbirinden ayrı Basra körfezine dökülürken taşkınlarla Şattül Arap’ta birleşmişler.
[25] Meleklerin Küllerinden, Andrew Collins
[26] Kağıtlar, Nilgün Marmara
[27] Her Ömür Kendi Gençliğinden Vurulur, Yılmaz Odabaşı